DÜNDEN BUGÜNE KISACA TÜRK MÜZİĞİ








 Grup Gazetesi'ne Yazdığım Yazı



Türkler’de müziğin ilk örnekleri Orta Asya’da görülür. Toplum içinde etkili ve ulvi görevleriyle kam, baksı, ozan ve şamanlar aynı zamanda müzisyenlerdi. Türkler’in o devirde göçebe bir yaşantı sürmeleri kullandıkları müzik aletlerinin niteliğini bu yaşam biçimine özel kılmıştır. Türkler, at üstünde taşınabilir, görece hafif; tar, kılkopuz, çeng, rübab gibi başlıca otantik çalgılar kullanmışlardır.


İslamiyet’le tanışmayla birlikte müziğin kalitesi yükselmiş, kalıcı alana evrilmiştir. Notalama çalışmaları ile eskiden kulaktan kulağa nesiller arasında aktarılan ve birkaç kuşak içinde kaybolan eserler yazıya aktarılarak kayıt altına alınmıştır (yani sözlüden yazılıya geçiş başlamıştır). Müzik otoritelerince Klasik Türk Müziği’nin başlangıç dönemi olarak da adlandırılan bu dönem 14. yüzyılın sonunda Abdulkadir Meragi’nin çıkışına kadar sürer. Meragi, makamlama yani belirli kurallar içinde başlayıp biten dizgeleri kurmuştur. Osmanlı padişahlarının askeri alanın yanında edebi ve sanatsal alanda da kendilerini yetiştirmiş olmaları, şiir yazıp beste yapmaları Meragi ve takipçilerini cesaretlendirir. Sanatçı toplumda saygın bir konuma erişmeye başlamıştır artık. Anadolu’nun Türkler’den önceki kadim medeniyetlerinin birikimi de bu sanat ortamının güçlenmesi ve zenginleşmesine ciddi manada fayda sağlamıştır. Hem yeni makamlar hem de yeni eserler peş peşe gelir.


Yavuz Sultan Selim’in tahta geçtiği 1512’den 1739’a yani Tanzimat Fermanı’na kadar uzanan dönemdeki müziğin tür bakımından çok zengin olduğunu görüyoruz. Verilen eserlerde aşk temasının yanında savaş, günlük hayat, estetik ve felsefi düşüncelere de yer verilmiş. Bunda fethedilen Mısır ve Arap coğrafyasından getirilen meşhur sanatkârların etkisi yadsınamaz. Şüphesiz musikiye en büyük katkılardan birini de yine bir savaş sonrası Osmanlı’ya esir düşen Polonya (Leh) asıllı Ali Ufki Bey (Müslüman olmadan önceki ismiyle Albert Bobowski) yapmıştır. Üstün zekâsı ve gayretiyle kısa zamanda saltanat şehrinde nam salan ve padişahın dikkatini çekerek Enderun adıyla bilinen saray mektebinde ifa ettiği bestelerle musikimize yeni bir form değişikliği sunan Bobowski’den sonra da padişah, saray görevlileri ya da zenginlerin müziğe olan ilgilerinin arttığını görüyoruz. Bestekârlar, bu zenginlerin himayelerinde; (köşklerinde, yalılarında) yeni makamlar icat etmişler ve karşılığında destek görmüşlerdir. Tıpkı rönesansta ressamların derebeyleri ve şövalyelerden edindikleri sponsorluk gibi.


1830’lara gelindiğinde gerileme dönemine girmiş olan Osmanlı’nın her alandaki yenileşme faaliyetlerinden ordunun müziğinin de payını aldığını görüyoruz. Mızıka-i Hümayun Okulu ile askeri bando müziğine geçilmiş oluyor. Öte yandan yeni bir tür olarak tiyatronun da gündelik hayata katılmasıyla birlikte kanto, tango, vals gibi batılı müzikler ilk defa halk ile buluşmuştur. Klasik müzik ise yalnızca şarkı türü üzerinden devam edecek ve sadece eğlence işlevi ile sürecektir. Bunda musikinin tekke ve tasavvuf etkisinden uzaklaşması ve Batı’yı yakalama çabaları etkili olmuştur. Örneğin Dede Efendi’nin bu batılılaşma çabasını hissettiren bir eseri olarak “Yine Bir Gülnihal”i ortaya koyduğu tarihsel bir gerçektir. Onu diğer çağdaşları izlemiştir.


Elektriğin kullanımı ve Edison’un ses ve görüntü kayıtlarını icat etmesi ile başlayan yeni teknik atılım yıllarında ses kayıt teknolojisi silindirler ile başlamış plaklarla sürmüştür. Plaklara seslerini ilk dolduranlar ise eski bir tanıdıktır; hafızlar. İlk plaklarda hafızların sesinden okunan ve çoğunda “gazel” olarak adlandırılan tiz seslenişleri de içeren bu plaklar gramofon denilen aletle dinlenmekteydi. Ülkede bir gramofon fabrikası olmadığı için bu aletler ithal ediliyordu. Başlangıçta plakların da durumu aynıydı ancak sonradan İstanbul’da plak fabrikası kurulur ve bu sorun aşılır. Odeon, Sahibinin Sesi, EMI, Şençalar Plak gibi ilk kurulan müzik şirketleridir ve pek çok kayıt stüdyosu ile Unkapanı Plakçılar faaliyet göstermişlerdir. 2. Dünya Savaşı sonrası azalan plak gramofon üretimleri 33’lük ve 45’lik plakların yaygınlaşmasıyla pick-up devrini başlatmıştır. Müzik şirketlerinin yanında elbette devlete ait Radyoevi (TRT) belirli illerde yaptığı yayınlarla, şehir ve kasabalardaki aile çay bahçeleri ile içkili gazinolar da özel teşebbüsler ve turneler ile halkla sanatçıları açık veya kapalı alanlarda buluşturmuştur, dolayısıyla plak satışları artar. Dönemin sanatçıları, genellikle küçük yaştan ailelerinin destekleriyle özel müzik dersleri alan ya da eğitimlerini İstanbul Belediye Konservatuarı gibi resmi kuruluşlarda veya musiki cemiyetlerinde hocalardan ders almak suretiyle yetişmiş kimselerdi. Dilde sadeleşme ve Cumhuriyet idaresinin getirdiği modernitenin sonucunda sanat eğitimlerinin de zamanla yaygınlaştığını biliyoruz.


Yine de her şey dört dörtlük değildi. Padişah 2. Abdulhamit’in istibdat (baskı) döneminden kalma Sansür Kurulu, yeni kurulan cumhuriyette de çalışmaya devam etmiştir. Tek parti yönetimi, yapılan devrimlerin kabullenilmesi ve eskiye özlem duyulmaması adına Klasik Türk Müziği’ne radyolarda ve devlete ait sosyal tesislerde (kulüpler ve kamuya ait dinlenme mekânları) yer vermemiş; açıktan ilan edilmese de bir süre yasaklama yoluna gitmişlerdir. Ancak iktidarın Demokrat Parti’ye geçmesiyle birlikte bu durum ortadan kalkmış ve hem Klasik Türk Müziği hem de Halk Müziği altın yıllarını yaşamıştır. 1950 ile 1970 yılları arasındaki bu altın çağı 70’li yılların sonunda plağın yerini alan kaset ve arabesk olarak adlandırılan yeni tarz musikinin yaygınlaşması izlemiştir. Devlete ait televizyon yayınlarının da başlaması halkın beğeni ve ilgisinde birçok değişimler yaratmıştır.


Arabesk müziği kaynağını eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in de bir beyanatında değindiği üzere devlet radyosunun yaygınlaşmadığı yıllarda Kahire veya diğer Arap ülkelerinin frekanslarından dinlenen radyo yayınlarından alır. Yukarıda değindiğimiz gibi taa 16. yüzyılda Osmanlı yönetimi fethettiği Arap bölgelerinden önde gelen musiki insanlarını payitahta getirmişti. Dolayısıyla zaten zihinlerin bir köşesinde yer alan tanıdık ezgiler, eşdeğer enstrümanların insan kulağındaki tanıdık ritimleriyle birleşince özgün bir tür olarak karşımıza çıktı. Köyden kente göç etmiş ancak henüz kentlileşememiş geniş kesimlerde 1970’li yıllardaki genel yoksulluğun getirdiği sıkıntılı bunalım ortamında “acı, dert, keder, felek, isyan” duyuları ile birleşerek serbest bir form halinde; başlarda yadırganıp TRT ve radyoda yer bulamasa da piyasada tutunmayı başardı. Bu yeni form o kadar çabuk yayıldı ve halk kitleleri tarafından hemen benimsendi ki Zeki Müren gibi tanınmış klasik müzik yorumcuları ya da başlangıçta ağır klasik ya da neo klasik şarkılar okuyan Muazzez Abacı ve Bülent Ersoy gibi sanatçıları dahi bu tarz eserler vermeye zorladı. Sanat müziğine benzer olanlarına fantezi, halk müziğine benzer olanlarına arabesk denilen bu yeni tür, sinemanın müzikal filmleriyle Anadolu’yu baştan aşağı sararak bir kültür halini aldı. 2012’de Türkiye’nin dünyaca ünlü piyanistlerinden Fazıl Say arabesk müziği ve kültürünü iğrenç bulduğunu söyleyerek arabesk müziğini vatan hainliği olarak gördüğünü açıkladı. Kamuoyu ve sanat camiasında tepkilerle karşılaşınca özür dilemek zorunda kaldı.


12 Eylül 1980’de ordunun yönetimi ele geçirmesi, otoritenin ağır uygulamaları ve hürriyetten uzak eylemleri sanatçıları da etkiledi. Eşcinsel kimliğine rağmen her kesimden kabul görmüş ve sevilen Zeki Müren, Bodrum’daki evine çekildi, cinsiyet operasyonu geçiren Bülent Ersoy ise sahne yasağı sonrasında uzun yıllar boyunca yurtdışında yaşamak zorunda kaldı. Cem Karaca, Zülfü Livaneli gibi sanatçılar yine bu dönemde politik duruşlarından dolayı sahnelerden uzaklaştırılmıştır. 1990’lara gidilirken askerin iktidardan tamamen ayrılması ve yeniden demokratik seçimlerle işbaşına gelen hükümetlerin uyguladığı liberalleşme politikaları sonucu sanatçılar daha serbest çalışma imkânını buldular. Ancak ekonomide paranın sahiplerinin değişmesi sonucu gazinolara gelen insanların profili de değişti. Giderek sanat müziğinin icra edildiği bu alanlar zenginlerin ya da kolay yoldan para kazanan birtakım insanların özel eğlence mekânlarına dönüştü. Bunun neticesinde daha önceleri matinelerle halka ulaşan musiki, yüksek ücretler nedeniyle halktan koptu. Sahnedeki sanatçıların da gecelik ücretlerini fahiş miktarlara çıkarması üzerine kısa sürede gazinoların iflasları birbirini izledi. Televizyonun da yaygınlaşmasıyla insanlar dışarı çıkmak yerine evde daha ekonomik bir şekilde müzik yayınlarını takip ettiler. Özel kanalların kurulmasıyla ise pop müzik yaygınlaştı.


Radyo ve televizyon ile ilgili yasal altyapıların henüz hazırlanmadığı 90’lı yıllarda özel istasyonlar ve kanallar daha düşük ücretlerle popçuları halkın karşısına çıkardılar. DJ ve VJ’lerin başını çektiği bu hareketli müzik taraftarları “anı yaşa” düsturunu pompalayarak, gençlerin de yoğun talebiyle kısa zamanda müzik listelerinde üst sıralara tırmandı. Ülkede halihazırda Nilüfer, Ajda Pekkan, Nükhet Duru, Sezen Aksu, Barış Manço gibi pop ve rock ustaları vardı. Bu isimler tahtlarını korumakla birlikte milenyumdan (2000’den) sonra ömrü bir mevsimden uzun sürmeyen şarkıların parlatıldığı, hemen herkesin şöhret olmak için çabaladığı, eğitimin gereksiz sayıldığı yıllar yaşandı. Yabancı şarkıcıların besteleri araklanarak başlayan ulusal müzik kültüründen uzaklaşma Türkiye’nin başlangıçta takip ettiği Avrupa ikliminden uzaklaşarak gittikçe “Küçük Amerika” tarzına dönmesine neden oldu. Her şeyin hızlıca tüketildiği Amerikan düzeninde halk fast-food toplumu haline dönüşüverdi.


Özellikle internetin yaygınlaşmasıyla birlikte Türkiye zengin birikiminden gittikçe uzaklaşarak yabancı şarkıların kalitesiz taklitleriyle doldu, taşıyor. Rap türünün doğmasıyla sokak müziği sahnelere taşınırken konservatuar okuyanlar işsizlikle boğuşuyor. Eskiden özel televizyonlarda da rastladığımız Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği yayınlarını artık sadece TRT kısmen yapıyor. Kendi kültüründen uzaklaşan Türk insanı, Batı ile de tam olarak bütünleşemediğinden bir çeşit arafta çırpınmaya devam ediyor. Son zamanlarda pop sanatçıları ortaya yeni bir şey koyamadıkları için eski şarkılara sarılarak nostalji ve alaturka albüm denemeleri, single’lar yapıyorlar. Ancak Türk Müziği’nin ağırlığı ve adabı ile yetişmemiş şarkıcıların gırtlağında bu eserler çok yaban kalıyor üstelik dinleyen de orijinalinde olan kalite ve zevki de sunamıyorlar.



AHMET EREN ÖZEN

4/11/2018

Yorumlar